Teknoloji ve inovasyonlarla hızla evrilen toplumun ihtiyaçlarını biz hukukçular karşılayabiliyor muyuz? Yoksa kendi kendimizi entellektüel bir koza içerisine mi kilitledik? Değişimden korkuyor muyuz ve ondan kaçınıyor muyuz? Bu yazıda hem hukuk alanının hem de hukukçunun geleceğini sorgulamak istedim.
Daha önce bir yazımda da açıkladığım gibi, benim doktora araştırmalarımın odağı, Business and Human Rights (İş Dünyası ve İnsan Hakları)'ydı. Odak bu olmasına rağmen tezimin alt metninde aslında uluslararası siyasi düzene ve haliyle de uluslararası hukuka büyük eleştiriler yatıyordu. Tezimin sonuç kısmında İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaratılan ve Birleşmiş Milletler şeklinde tezahür eden, günümüzde uluslararası siyasi ve uluslararası hukuk düzeni dediğimizde aklımıza gelen örgütün, günümüzün ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz olduğunu belirtmiştim. Buradan çıkan uluslararası hukuk metinlerinin de istenen etkiyi yaratmadığını savunmuştum. Bir paradigma değişikliği yaşanması, uluslararası hukuk anlayışımızın tamamen değişmesi gerektiğini dile getirmiştim. Hatta eski Uluslararası Adalet Divanı Hâkimesi Rosalyn Higgins'in bir sözünü de alıntıladım: "We have erected an intellectual prison of our own choosing and then declared it to be an unalterable constraint (Biz kendimiz entellektüel bir hapishane yarattık ve bunun değiştirilemez bir kısıtlama olduğunu ilan ettik)" (Higgins, Problems and Process: International Law and How We Use it, Clarendon Press, 1995)
Eğer Higgins'in de belirttiği gibi uluslararası hukuk dediğimiz entelektüel hapishane içerisinde kaybolsaydım muhtemelen elimdeki tezi hiçbir zaman bitiremezdim, bu yüzden paradigma değişikliği gerektiğini savunmaktan çekinmedim. Tez jüri üyelerinden bazıları bu sonucu gerçekten heyecan verici bulsa da, aslında çok da şaşırmadığım bir şekilde bazı jüri üyeleri fazla hayalperest ve uygulanamaz buldular. Şaşırmadım, çünkü günümüz hukuk anlayışıyla benim vardığım sonuca ulaşmak biraz… nasıl denir… "marjinal".
Bu bakış açısının farkında olsam da vardığım sonucu hala savunuyorum ve iyi gerekçelerim var. Bu sonuca tarihi kitapları, politik belgeleri, hukuki metinleri ve kitapları karıştırarak vardım. Şimdi burada biraz kendi kendimi yakacağım ama, eğer jüri üyeleri beni gerçekten yumuşak karnımdan vurmak isteseydi, benim hayalperestliğimi sorgulamazlardı. Benim bu paradigma değişikliğini nasıl yapmayı düşündüğümü sorgularlardı. Çünkü tezim birkaç ufak tefek bölüm dışında buna neredeyse hiç değinmiyordu, sadece bakın şimdiye kadar bulduğumuz çözümler işe yaramıyor, artık daha geniş düşünmek gerek diyordu. Ancak maalesef ki hukuk bir bilim dalı olarak bize bu öngörüyü veremiyor, nitekim ben de bu savunmayı Hukuk Fakültesinde yaptım, karşılaştığım sorular da hukukçu perspektifinden geldi ve sonuç ortada.
İşte ben bu yazıda aslında biraz hukuku ve hukukçuyu geleceğe hazırlamak ve hatta hukukçular olarak geleceğini nasıl yaratabiliriz buna değinmek istiyorum. Bana kimse sormadı ama ben cevaplamak istiyorum.
Ama önce temel sorunla başlayalım…
Hukuk ve hukukçu geleceği hayal etmede zorlanır mı?
BinYaprak'a yazdığım ya da başkalarından rica ettiğim yazılarda hep hukuk alanının çok geleneksel olduğundan, biraz da şikayet nüansı vererek bahsettim. "Çok" boyutu benim tamamen kişisel görüşümdür ama geleneksellik konusunda bana karşı çıkabilecek çok fazla hukukçu olduğunu da sanmıyorum.
Neden böyle düşündüğümü biraz açayım. Hukuk bir kere otoriter ve otoriterliği içselleştirmiş bir çalışma alanıdır. Hukuk gücünü otoritesinden almaktadır, bir içtihat kültürü vardır ve hatta kanunlar hiyerarşisi en temel hukuk bilgilerinden biridir. Kanunlar da daha otoriter olan Anayasa'ya uymak durumundadır. Anayasaya uygunsuzluk bir iptal sebebidir.
Bir kanun koyduğunuzda bunun yıllarca hizmet etmesini beklersiniz, bu sayede öngörülebilir olabilirsiniz, bu sayede düzeni sağlarsınız. Düzene uymayana da çeşitli yaptırımlar uygularsınız. Her sene değişen kanunlarınız varsa bu toplumda huzursuzluk yaratır, bu nedenle kanunların değiştirilmesi zordur ve belli bir prosedüre tabiidir. Yeni bir konu hakkında çıkarılacak düzenlemelerin yapılması daha da zordur, çünkü sıfırdan başlamanız ve ideal şartlarda, düzenleme yapacağınız alanı iyi irdelemeniz ve öğrenmeniz, ne gibi sorunlar çıkıyor bu alanda bilmeniz gerekir. En akıllıca kuralların koyulması için uzun süre çalışılması gerekir, komisyonlar kurulur vs. ki koyulacak kanunlara ileride çok fazla değişime ihtiyaç duyulmasın. Kısacası otorite temel bir kavramdır hukukta, değişim ise kaçınılandır. Dolayısıyla bunu içselleştirmiş hukukçu da değişimden, büyümeden, düzensizlikten, riskten kaçınmaktadır.
Her ne kadar böyle bir durum söz konusu olsa da, toplum maalesef ki her saniye değişmekte ve yepyeni kavramlar, teknolojiler ile evrilmektedir. İnovatif teknolojileri toplum benimsedikçe ortaya çıkabilecek adaletsizliklerin önlenebilmesi için hukuki uzmanlığa da ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak bize verilen klasik eğitim ne yazık ki kendi alanımız dışında gelişen olayları anlama kapasitesini çok kısıtlıyor ve anlamadığımız konuya hızlı hukuki reaksiyon vermemiz de bu yüzden sınırlı oluyor, çoğu zaman bir reaksiyon vermekten de kaçınıyoruz zaten. Sosyal medya ile alakalı düzenlemeler için kaç yıl bekledik? Ya da daha güncel bir örnek olarak, kripto varlıklar. Bu teknolojiyi basit finans bilgisi olmadan anlayabilmek oldukça zor, bırakın buna kısa sürede hukuki öneriler sunulsun. Avrupa Birliği bir düzenleme üzerinde yaklaşık 3 senedir çalışıyor ve bu çalışma grubu sadece kısa bir zaman önce bir takım sonuçlar ortaya koyabildi. Hukuk teknolojiye nazaran o kadar yavaş ilerliyor ki, toplumun bundan şikayet etmesine ya da klavye arkasından adalet dağıtmaya çalışmasına artık şaşmamalı.
Dolayısıyla başlıktaki soruya cevap verirsem evet, hukuk çalışma alanı ve kendini hukukçu olarak tanımlayan kişi, inovasyonu takip etmekte zorluk çekmekte, gelecek öngörüsü de çok kısıtlı. Bu durum hem bize verilen eğitimden, hem yıllardır süregelmiş iş yapış modelimizden, hem de hukuk biliminin doğasından kaynaklanıyor. Ama artık bu yüzyıllık alışkanlıklar bizi zorluyor.
Nedir bu başımızı ağrıtan "inovasyon"?
Öncelikle aslında inovasyonun ne olduğunu anlamak gerekiyor. İnovasyon (innovation) kelimesi Latince kelime "innovare"den türemiş, "into new (yeniye doğru)" anlamına gelmekte. Baregheh, Rowley & Sambrook, inovasyonu, organizasyonların pazarda kendilerini ayrıştırmak ve rekabet avantajı sağlamak amacıyla, fikirleri yeni ürünlere, hizmetlere ya da süreçlere çevirdiği çok katmanlı bir süreç olarak tanımlamış (Baregheh, Rowley & Sambrook, Management Decision 47(8), 2009). OECD ise, yeni ve geliştirilmiş bir ürünü, süreci, pazarlama yöntemini ya da yeni bir organizasyon metodunu iş uygulamalarına, iş yeri organizasyonuna ya da dış ilişkilere uygulanması olarak tanımlamış (OECD, 2005).
İnovasyon hali hazırda kullanımda olan bir ürünün, hizmetin ya da sistemin ufak çapta yapılan değişikliklerle iyileştirmesi şeklinde karşımıza çıkabileceği gibi, büyük çapta yenilikler olarak da çıkabiliyor. Christensen Institute inovasyonu üç çeşide ayırabileceğimizi söylüyor: yaşamsal inovasyon (sustaining innovations); verimlilik inovasyonları (efficency innovations); ve yeni pazarlar yaratan inovasyonlar (market-creating innovations), ki o en çok duyduğumuz yıkıcı inovasyonlar (disruptive innovations) işte bu son grupta.
Mesela Apple, çok başarılı bir şirket, çünkü hem ürünlerin tasarımı, hem pazarlaması, hem de satışı sırasında müşterilere sunduğu deneyim itibariyle piyasadaki bir çok üründen kendini ayrıştırmış, bu alanlarda inovasyonlara imza atmış, ihtiyacımız olduğunun farkında bile olmadığımız yepyeni teknolojileri biz nihai kullanıcılara ulaştırmış ve hayatlarımızın bir parçası haline getirmiş bir şirket. Ancak inovasyonu sadece iş dünyasına özgü bir husus olarak algılamak doğru değil, kamusal alanda da inovasyonlar yapılabilir. Örneğin, yakın zamanda HBR Türkiye ve ATÖLYE'nin ortak düzenlediği "What is design worth? (Tasarımın değeri nedir?)" isimli webinarda Public Digital isimli bir şirket Birleşik Krallık'ta kamusal hizmetlere yönelik 1400'den fazla olan websitesini tek bir websitesi altında toplayıp bireylerin çok daha rahat aradığı bilgiye ulaşmasını sağlayan projesinden bahsedilmişti. Bu da bir inovasyon ve kamusal alanda yapılmış. Bir de tamamen hiç düşünemediğimiz ve yüzyıllardır süregelen alışkanlıklarımızı değiştirebilecek ve sorgulatabilecek güçte yıkıcı inovasyon denilen inovasyonlar vardır, bizim birbirimizle olan etkileşimlerimizi tamamen değiştiren sosyal medya gibi.
Peki hukukçu bütün bu inovasyonlarla nasıl baş edebilir?
Sabit Fikir'den Büyüme Odaklı Fikre
Bu inovasyonların her birini takip etmek ve hem inovasyonun önüne geçmeyecek, hem de adaleti temin edebilecek kanunlar yapmak ya da yapanları doğru yönlendirmek hukukçunun görevidir. Her ne kadar bu durum böyle olsa da, reaksiyon süreçleri hızlandırmak ve hatta proaktif duruma geçirmek için inovasyonu kendi çalışma alanımızda da içselleştirmemiz gerekiyor. Hukukçuların artık düşünce yapılarını değiştirmeleri ve daha değişime açık olmaları gerekiyor. Yüzyıllardır süregelen alışkanlıklarımızdan sıyrılmak gerekiyor. Pekiyi bunu nasıl yapabiliriz?
Mesela Thomson Reuters'da çıkan bir makalede hukukçuların sadece dava odaklı eğitim almaması gerektiği, daha fazla teknoloji, istatistik ve kodlama gibi alanlarda da eğitim alması gerektiği söyleniyor. "Ben yanlış yapmam, yapamam" şeklinde düşünmemek, risk almaktan korkmamak gerekiyor. Ayrıca bize bütün eğitimimiz boyunca dikte edilen sabit fikirlilikten sıyrılıp daha Silikon Vadisi'nin de bu kadar başarılı olmasına sebep olan 'büyüme odaklı fikri' içselleştirmemiz gerekiyor. Önümüzdeki hukuki soruna farklı çözüm yolları bulmaktan çekinmemek gerekiyor, hatta belki de uzmanlaşmaktan kaçınmak gerekiyor. Üstelik bu bakış açısını bütün süreçlerimize, kültürümüze ve stratejilerimize yaymamız gerekiyor.
Büyük sorunlara çözüm bulabilmek
Antione de Saint-Exupéry'nin Küçük Prens kitabındaki meşhur şapka-fil yutmuş boa yılanı hikayesini bilirsiniz. 6 yaşındaki yazar çizdiği şekli yetişkinlere gösterdiğinde "bu bir şapka" yanıtını alır. Halbuki o bir şapka değil, fil yutmuş bir boa yılanı resimi çizmiştir. Büyüklerin tek başlarına hiçbir şeyi anlamadığından şikayet ederek resmini açıklar, ancak yetişkinlerin bu tip uğraşları bir yana bırakıp, daha çok coğrafya, gramer gibi alanlarla ilgilenmesini öğütlemesi üzerine, ressamlığı 6 yaşında bırakma kararı alır.
Küçük Prens'ten birçok anlam çıkarılıyor ancak ben bu kitabı hep yaratıcılık ile özdeşleştirdim. Kitap aslında büyüyüp bizi fazlasıyla pragmatik olmaya zorlayan bir topluma, içindeki çocuktan vazgeçmeyen bir yazarın cevabı bence. Tıpkı kitapta da şikayet edildiği gibi, yetişkinlik hayatımızda aldığımız klasik hukuk eğitimi yaratıcılığı tamamen öldürücü ve fazlasıyla pragmatik. Bölüm dışı aldığımız ders sayısı bir elin parmak sayısını geçmeyecek kadar az. Tabii ki analitik düşünme çok önemli ancak sadece analitik düşünerek büyük sorunlara çözüm bulmak neredeyse imkansız.
Bugün hukukun tek sorunu hızla gelişen teknolojiye ayak uyduramaması değil sadece, bazı kalıplaşmış ideolojilerden de sıyrılmasının önünün yine biz hukukçular tarafından kapatılmış olması, tıpkı Rosalyn Higgins'in de belirttiği gibi entelektüel hapishanemizi kendimiz yaratıyoruz aslında. Ama bunun çözümü basit: Yaratıcılık. Çözüm yoksa, çözümü yarat. Eğer daha iyi bir gelecek istiyorsak, bu şapka diyerek resimden yüzümüzü çevirmemek, fil yutmuş boa yılanını da görmeyi öğrenmek ve bunun bizi götürebileceği yolları keşfetmek gerekiyor kanımca.
Tasarım Odaklı Düşünme – İnsan Odaklı Tasarım
Tasarım Odaklı Düşünme (Design Thinking), son yıllarda çok popülerleşen, insanlarla empati kurarak başlayan ve yeni bir ürün geliştirilmesine kadar süregelen, benim de inanılmaz ilgimi çeken ve üzerine eğitim aldığım bir prosedür. Uluslararası başarısı olan ve Silikon Vadisi'ndeki birçok şirkete hizmet vermiş tasarım şirketi IDEO'nun Yönetim Kurulu Başkanı Tim Brown, bu süreci şöyle tanımlıyor: "Design thinking is a human-centered approach to innovation that draws from the designer's toolkit to integrate the needs of people, the possibilities of technology and the requirements of business success (Tasarım odaklı düşünme, inovasyona insan odaklı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım tasarımcının alet takımını kullanarak insan ihtiyaçlarını, teknolojinin olasılıklarını ve iş başarısının gereklerini entegre eder)."
Tasarım odaklı düşünme şu an sadece teknoloji şirketlerinde ürün tasarımı için değil, hizmet tasarımı, iş modeli tasarımı gibi birçok farklı alanda da uygulanıyor ve problem çözümünde inovatif sonuçlar elde edilebiliyor. Bu süreç sorun çözmeye odaklanan bir süreç, ama diğer problem çözme yöntemlerinden farkı, çözüm sürecine bir tasarımcı gibi yaklaşmanız yani yaratıcılığı ön plana çıkarmanız ve insan odaklı çalışmanız. Problem çözümünde ürünü/hizmeti kullanacak kişiler ile etkileşim kurup onların özellikle duygusal ihtiyaçlarını göz önüne alarak çözümler üretmeniz.
Interaction Design Foundation'da Tasarım Odaklı düşünce ile alakalı Rikke Friis Dam ve Teo Yu Siang tarafından yazılmış ayrıntılı bir yazı var, oradan daha fazla bilgi edinmenizi tavsiye ederim. Kısaca sürece değinmek gerekirse, Stanford d.school tarafından belirlenen Tasarım Odaklı Düşünme 5 aşamadan oluşuyor:
Buna son zamanlarda bir şık daha ekleniyor:
Bu tarz bir problem çözme yaklaşımı hukuk dünyasını da yavaş yavaş ele geçirmeye başlamış durumda. Legal Design (Hukukta tasarım) ismiyle kendini tanımlayan bu furya, sözleşmelerin daha kullanıcı odaklı tasarımına, hukuku daha anlaşılır kılmaya, sosyal adaletin daha erişilebilir olmasını sağlayan fikirler oluşturmaya kadar hukuk alanına yavaş yavaş sirayet ediyor. Bunun için Stanford'da Margaret Hagan tarafından kurulan Legal Design Lab hali hazırda bu furyanın başını çekiyor, Türkiye'de de faaliyetler artıyor. Bu konu hakkında meslektaşım ve Legal Design Turkey'nin kurucusu Ebru Metin'in BinYaprak için yazdığı "Bugünün Hukukçuları…" yazısına da sizi burada yönlendirmek isterim. Bu yazıda hukukçuların geleceğiyle ilgili Ebru da bazı tüyolar veriyor.
"Biz problem çözmüyoruz, problem arıyoruz."
Ben aslında olayı biraz daha büyütmek istiyorum...
Biz hukukçular diğer disiplinlerle ne kadar etkileşim kuruyoruz, yoksa kendi balonumuzda mı yaşıyoruz? Ünlü tarihçimiz Prof. İlber Ortaylı, "Bir Ömür Nasıl Yaşanır?" kitabında bir kişinin diğer alanlara olan ilgisinin onu ne kadar zenginleştirdiğinden söz eder. Ama günümüzde bence sadece ilgilenmek değil, başka çalışma alanlarının birikimlerinden faydalanmayı ve hatta onlarla koordineli çalışmayı da öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü kanımca en inovatif fikirler böyle ortaya çıkıyor.
Burada ilham olması açısından, benim de büyük bir hayranlıkla takip ettiğim, inanılmaz başarılı bulduğum MIT (Massachusetts Institute of Technology) Profesörü ve kendini, mimar, tasarımcı ve mucit olarak tanımlayan Neri Oxman'dan bahsetmek istiyorum. Neri Oxman İsrail'de doğup büyümüş ve tıp eğitimi almaya başlamış. Ancak yaşam bilimlerinden çok, bir şeyler inşa etmekten hoşlandığını farkedince, tıp fakültesini bırakıp mimarlık okumaya karar vermiş ve sonrasında MIT'de Design Computation alanında doktora çalışmasını tamamlamış. MIT Media Lab'de The Mediated Matter Group'u kuran kişi kendisi.
Neri Oxman sıradan bir mimar değil. Kendisi sanat eserleri inşa ediyor ve bu sanat eserleri New York'ta bulunan ünlü Museum of Modern Art (MoMa)'ın içinde bulunduğu birçok ünlü müzede sergileniyor. Yalnız bu sanat eserleri de bizim bildiğimiz sanat eserlerinden değil, çünkü çoğu bilimsel inovasyonlar içeren, biyoloji bilgisinin ve teknolojinin bir araya gelerek ekolojik sürdürülebilirlik felsefesine uygun üretilen eserler. Kendisi Material Ecology adını verdiği bu alanda inanılmaz işler yapıyor.
Oxman'ın beni en çok etkileyen özelliği, işine yaklaşımı. Aslında birbirinden çok farklı ve alakasız olduğunu düşündüğümüz bilim, mühendislik, tasarım ve sanat alanlarını bir araya getirebilmesi ve çalışmalarını buna göre kurgulaması. Leonardo da Vinci'nin hep bir mucit, hem de bir sanatçı olmasına dikkat çekiyor ve kendisi de bu bakış açısıyla çalışmalarını yürütüyor. Ona göre bu alanlar birbiri ile sürekli etkileşim haline getirildiğinde daha farklı ve inovatif işler çıkıyor. Bunu da "Krebs Cycle of Creativity" ismini verdiği bir diyagramla anlatıyor.
Oxman, günümüzdeki problemlere çözüm bulmaya çalışmıyor, belki de 50 yıl sonrasının problemlerini bugünden çözüyor. Buluşlarıysa ileride bina yapımında kullanılabilecek türden. Kendi deyimiyle "Biz genelde kendimizi henüz var olduğunu bilmediğimiz problemlere çözüm ararken buluyoruz. Biz problem çözmüyoruz, problem arıyoruz". Bunları yaparken en ünlü bilimsel dergilerde çıkacak inovasyonlara imza atıyor, üstelik bu inovasyonları en ünlü müzelerde sergilenebilecek sanat eserlerine dönüştürüyor.
Bu bakış açısını belki de sosyal bilimler için de benimsemek gerekiyor. Hukukçular olarak diğer disiplinlerle etkileşime geçmemiz, kalıpların dışında ve holistik düşünmenin önemini kavramamız gerekiyor. Belki de çağımızın ilerisine gitmek ve onu inşa etmeye başlamak gerekiyor. Zincirleri ne olursa olsun bir şekilde kırmak gerekiyor.
Yıldızlara bak…
Değişimi kucakladığımız ve onunla beraber büyümeyi içselleştirdiğimiz sürece geleceğe yönelik herhangi bir korkumuz kalmamalı. Aksine geleceği bizler yaratabiliriz, bunu hukukçular olarak da yapabiliriz. Daha iyi mahkeme salonları, daha anlaşılır sözleşmeler, daha toplum tarafından anlaşılabilecek kanunlar üretebiliriz. Daha hızlı ve efektif çalışabiliriz, müvekkillerimiz daha mutlu hissedebilir ve adalete güven duyabilirler. Bu dalga etkisi yaratarak toplumlara sirayet eder. Öte yandan, unutmayın ki hukukun bir görevi de toplumun alışkanlıklarını da değiştirmektir, mesela Atatürk'ün devrimleri bunun en güzel örneğidir. Biz de hukukçular olarak diğer bilim dallarıyla etkileşime geçerek, sistemler, teknolojiler üretebiliriz. Belki de ben uluslararası hukuk paradigmasını nasıl değiştirebileceğimi sorgulayarak bu işe başlayabilirim.
Daha önce yazdığım bir yazıda her izlediğimde farklı tat aldığım Interstellar filminden bir alıntı yapmıştım. Yine o filmden bir alıntı yaparak bu yazımı bitirmek istedim: "We used to look up at the sky and wonder at our place in the stars. Now, we just look down and worry about our place in the dirt. (Eskiden yıldızlara bakıp onların arasındaki yerimizi merak ederdik. Şimdi, sadece aşağıya bakıp toz toprağın arasındaki yerimiz hakkında endişeleniyoruz)".
Sizce de üstümüzdeki tozu silkeleyip tekrar kafamızı kaldırıp, yıldızlara bakmanın zamanı gelmedi mi?
Bu yazı BinYaprak misafir yazarlarından Ayşe Elif Yıldırım tarafından yazılmıştır. Teşekkürler Ayşe Elif!
2023 BinYaprak. Tüm hakları saklıdır. Bir TurkishWIN girişimidir
Yorum